23 Kasım 2010 Salı

"Mış gibi yaşamlar"



Amerika’dan gelen bir misafirime su verdim, boğazına kaçtı, öksürdü, “helal” dedim. Anlamadı. Ne anlama geliyor, diye yüzüme baktı.

Anlatmaya çalıştım. Amerika’da yirmi beş yıl bulunmuş, orada üniversite düzeyinde ders vermiş birisi olarak kavramın bizdeki anlamını veremediğimin farkındaydım. Daha doğrusu Amerikan İngilizcesinde bu denli güçlü bir kavram bulamıyordum. Benim anlatımım yüzeysel kalıyordu; benim dilimdeki o vurucu gücü hiç ifade edemiyordu.

Helal” kavramını daha iyi anlatabilmek için “haram” kavramını anlatmaya çalıştım. Suyu ben verdim; verdiğim suyu helal ediyorum, bu sana haram değil, sana bir kötülük olmasın, suyumu helal ediyorum, diyerek niyetimi belli ettim. Bu niyet önemli. Bildiğim bir öyküyü anlattım.

Tanıdığım genç kız evlenmeden önce mobilyacıları geziyor ve güzel bir koltuk takımı görüyor. Bu takımı satan kişi belirli bir fiyattan aşağı inmiyor. Genç kız bu takımı çok beğendiğini belli ettiği için çok pişman; beğendiğim için fiyatı yükseltti ve pazarlık gücümü kaybettim, diye düşünüyor.

Bütün çabalarına rağmen fiyatı düşüremeyince genç kız, peki, alıyorum, ama hakkımı sana helal etmiyorum, diyor. Adam soğukkanlılıkla, Hanım kızım, o zaman bu koltuk satılık değil, sana satmıyorum, diyor. Üniversite bitirmiş, modern kız, niye satmayacakmışsınız, parasını veriyorum ya, gayet tabii satacaksınız, diyor. Adam gayet sakin, artık satılık değil, diyerek sırtını dönüp o yokmuş gibi davranıyor.

Ve bu çağdaş Türk kızı kulaklarına, gözlerine inanamıyor. Ağlayarak babasına gidiyor; durumu anlatıyor. Baba, kızım sen ne yaptın, esnafa öyle konuşulur mu, diyerek devreye giriyor. Yanına bir de tanıdığı müftüyü alarak mobilyacıya gidiyor. Neticede genç kız babasının ve müftünün şahitliğinde, “verdiği parayı canı gönülden helal ettiğini,” ifade ederek istediği mobilyayı satın alabiliyor.

Bu genç kız o dönem asistanım olarak çalışıyordu, bu öyküyü tüm ayrıntılarıyla biliyorum. Amerikalı misafirime bu öyküyü anlattım. Benim su içmemle bunun ne alakası var, gibisinden baktı.

Suyu sana helal ediyorum, için rahat olsun dedim. Helal etmesen ne olur, dedi. “Kul hakkıyla karşıma gelmeyin” anlayışından söz ettim. Dikkatle dinledi. Bu dediğin bir değer olarak yaşıyor mu, yoksa bir slogan gibi konuşulan alışkanlık haline gelmiş bir söz mü, diye sordu.

Ne fark eder eder, diye sordum.

Gerçekten bir değer olarak yaşıyorsa sizin ülkenizde rüşvet ve hak yeme olmaması gerekir, insanların birbirini kazıklamadığı bir toplum olmanız gerekir, diye düşünüyorum dedi.

Yüzüne baktım. Göz göze bakıştık. Yalan söyleyemedim. Biz dedim, yalan söyler, kazık atar ve hak yeriz. Ama dürüstlüğü dilimizden hiç düşürmeyiz. Güçsüzsen, arkan yoksa, sıradan bir vatandaşsan, bu ülkede hakkını araman çok zor, hakkını elde etmen daha da zor. Örneğin, rüşvet vermeden bir inşaat ruhsatı alman mümkün değildir. Ve bunu herkes bilir. Rüşvet alanların çoğu oruç tutar, rüşvet alan belediyeler ramazanda iftar sofraları kurar.

Ve bu sofralarda hakkını helal etmekle ilgili konuşursan, Yüce Allah’ın “karşıma kul hakkıyla çıkmayın,” dediği bir dinimiz olduğu söylenir. Bunu rüşvet alanlar söyler. Söylediğimiz yalana inanana enayi olarak bakarız ve onu kazıklamaya hak kazanırız. Ama senin içtiğin suyu helal etmeyi de ihmal etmeyiz.

Peki, neden böyle, diye sordu.

Çünkü biz inanırmış gibi konuşmaya önem veririz, ama konuştuğumuz gibi yaşamaya önem vermeyiz, dedim. “Mış Gibi Yaşamlar” adında bir kitabım olduğunu ve orada anlattığımı söyledim. Mış gibi tanımını anlamakta zorlandı, ama sonunda anladı.

Neden mış gibi, diye sordu. Güldüm, çok sorma, suyumu haram ederim, dedim..:))

Doğan CÜCELOĞLU

10 Ekim 2010 Pazar

Elmaslar



Elmaslar nereden gelir?

Volkanlardan.

Bütün elmaslar ye­rin altında devasa bir ısı ve basınç altında oluşur ye yer yüzeyine volkanik patlamalar sonucu gelir.

Elmaslar yerin 160 ila 480 km altında oluşur. Bunların ço­ğu kimberlit adlı volkanik bir kayanın içinde bulunur ve vol­kanik faaliyetin hala yaygın olduğu bölgelerde çıkarılır. Diğer elmaslar orijinal kimberlitlerinden ayrılarak başıboş vaziyette bulunur.

Dünyada yirmi ülkede elmas çıkarılır. Güney Afrika günü­müzde elmas üretiminde Avustralya, Demokratik Kongo Cum­huriyeti, Botsvana ve Rusya'nın ardından beşinci sıradadır.

Elmas, saf karbondan meydana gelir, Kurşunka­lem "ucu"nun yapıldığı madde olan grafit de kar­bondan oluşur, ama bu maddede karbon atomları farklı şekilde dizilmiştir.

Elmas yeryüzünde doğal olarak varo­lan maddelerin en sertlerinden biridir: Mohs Sertlik Skalası'nda (10) değerine sahiptir. Ama (1,5) değerine sahip olan grafit (talk pudrasından birazcık daha serttir) en yumuşakla­rından biridir.

Bilinen en büyük elmas 4000 km boyundadır ve on milyar trilyon kırattır. Doğrudan Avustralya'nın üzerinde (se­kiz ışık yılı uzakta) bulunan bu elmas Erboğa takımyıldızındaki "Lucy" yıldızındadır.

"Lucy", adını Beatles'ın "Lucy in the Sky with Diamonds [Gökyüzünde Elmaslarla Lucy]" adlı şarkısından aldı; teknik adı ise beyaz cüce BPM 37093'tür.

Beatles'ın şarkısı bu adı, John Lennon'ın oğlu Julian'ın dört yaşındaki arkadaşı Lucy Richardson'ı çizdiği bir resim üzerine aldı.

Elmas eskiden dünyadaki bilinen en sert maddeydi. Ama Ağustos 2005'te Alman bilimciler laboratuvarda daha sert bir madde oluşturmayı başardı. Toplanmış karbon nano çubuk (ACNR - aggregated carbon nanorod) adlı bu madde çok güçlü karbon moleküllerini sıkıştırıp 2226°C'ye kadar ısıtarak meydana getirildi.

Bu moleküllerden her biri, beşgen ve altıgen biçiminde içiçe geçen 60 atom içerir; bu moleküllerin minik futbol topları­na benzediği söylenebilir. ACNR o kadar serttir ki, elması ra­hatlıkla çizebilir.


Öksürüğe çare



Ayak tabanlarımızın yağı emen özel bir yapısı vardır. Bu nedenle eğer tabanınıza örneğin sarmısak sürerseniz yaklaşık 20 dakika sonra tadını ağzınızda alırsınız. Bunu bulan bilim adamları nedenini bilmiyor henüz ama bu etki bize bir tedavi olarak geri dönüyor.

Özellikle çocuklarda (ve tabi büyüklerde) gece uyutmayan şiddetli öksürük durumunda ayak tabanınıza güzelce Vicks merhem sürün ve kalın bir çorap giyin. Beş dakika içinde öksürüğün kendiliğinden geçtiğini göreceksiniz. Her zaman %100 çalışır ve çocuklara ağır öksürük ilaçları vermekten daha etkilidir.

27 Temmuz 2010 Salı

"Bilgisayar ve İman"






Dün, saat 15:05

Cami imamı Abdullah hoca , bir iş için resmi dairelerden birine gider.

Kendisinden TC kimlik numarası istenince, en yakın internet- cafenin yolunu tutmak zorunda kalır.

Cafenin kapısından girerken levhada yazılı isim 'fesubhânallah' lar,estagfirullah'lar çektirir hoca efendiye, hem de peşpeşe:

CEN.NET CAFE

Cafe işleten delikanlıya:

- Evlâdım T.C. kimlik numarası istediler benden, yardımcı olabilir misin?

- Tabi amcacım, siz şuraya oturun, şu işimi hemen bitirip sizinle ilgilenirim.

Abdullah hoca başlar beklemeye. Böylelikle bulundugu mekânı inceleme fırsatı da geçer eline.

Demek ki gençlerin girip bir türlü çıkmak bilmedikleri, internet-cafe denilen yer burasıdır.

Gözüne takılan her detaydan rahatsız olarak, huzursuz bakışlarla etrafını süzer durur.

Evin bodrumunda kurduğu fare tuzakları gelir aklına. Küçücük bir peynire tutsak olan fareler
nasıl kapandan çıkamıyorlarsa, ayrı telden, ayrı telden oyunlara yakalanan gençlerin de
buradan çıkamadıklarını düşünür. Bir 'fesubhanallah'

Bir 'fesubhânallah' daha çeker ve:

- Ahir zaman fitneleri işte canım, der kendi kendine.

Hoca efendinin huzursuz olduğunu fark eden delikanlı hemen bir çay söyleyince, kendisine ikram edilmesinden memnun olur.

En azından bu da bir hürmet ifadesidir. 'Aferin' derken içinden, hayıflanır, istemeden:

- Yazık oluyor bu gençlere, hayatlarını heder ediyorlar.

Boşa hayıflanmanın, vah vah demenin, bir faydası olmayacağını bildiği için, delikanlıyla hasbihal etmeye karar verir:

- Delikanlı sana bir şey soracağım ama bilmem ne düşünürsün?
- Buyurun amca, ne soracaktınız?
- Sen Allah'ı bilir misin?

Birbirine girmiş, hiçbir şekle benzetemediği jöleli saçları,
her baktığında bir 'fesubhanallah' daha çektiği sakal şekliyle bu delikanlıdan aldığı cevap, hoca efendiyi pek şaşırtır.

Cafeyi işleten delikanlı gülümseyen gözlerle bakarak:

- Kul, kendisini yoktan var edip hayat bahşeden, düşünecek akıl, görecek göz veren Rabbini nasıl bilmez amca?

Hayretle sormaktan alamaz kendisini:
- Biliyor musun? Peki neyle biliyorsun Allah'ı, bana bir anlatır mısın?

Delikanlı eliyle cafedeki bilgisayarları göstererek cevap verir:

- Bu bilgisayar ile biliyorum amca.
- Bunlarla mı? Pek anlayamadım.
- Bu bilgisayarların varlığı benim nazarımda Allah'ın varlığının en açık delillerinden biridir.

Bilgisayar kullananlar gayet iyi bilirler amca,böyle bir makine, ancak bir mühendis ve üstün bir teknoloji ile var olabilir.

Ateistin en önde gidenine sorsan, bu zımbırtının tesadüf eseri oluşmayacağını,
mutlaka birisi tarafindan yapılmış olduğunu söyler sana.

Meselâ Darwin kalkıp dirilse, şu dizüstü bilgisayarı göstersen, desen ki:

'Bu alet, şu hesap makinesinin tesadüfler zinciriyle evrimleşmiş hâlidir.' Darwin bile 'çüş lan deve' der.

Abdullah Hoca delikanlının anlattıklarından hoşlanmıştır. Keyiflenir:

- Bilgisayarın kendiliğinden yapıldığını kabul etmeyen adam, onu yapan insanın yaratılmış olduğuna gelince kıvırıveriyor değil mi evlâdım?

- Bak amca, burada 20 tane bilgisayar var, bunlar bir sistemle birbirine bağlı, hepsi bir program tarafından idare ediliyor.

Bu sistemi ben kurdum, burayı ben çekip çeviriyorum. Buradaki düzen benden sorulur;
Yani bir anlamda da farzi muhal buranın rabbi benim.

Bazen oyun oynayıp, interneti kullanıp para ödemeden sıvışmaya kalkanlar oluyor.
Hemen yakaliyorum onları. 'Gel bakalım! Nereye gidiyorsunuz böyle?

Buranın nimetlerinden faydalanıp başıboş bırakılacağınızı mı zannettiniz?

'Paramız yok abi! ' derlerse; 'Yok öyle yağma! ' deyip cezalandırıyorum.
İnternet-cafeyi temizletiyorum: paspas yapıyorlar, camları silip tuvaleti temizlettiriyorum.

Bir saat oyunun, internetin bedeli olur, bunun hesabı sorulur da, sayısız nimetlerle dolu koca bir ömrün hesabını sormazlar mı insana?

Bir cafenin bile işlerini düzenleyen, tertip eden biri varken, koca kâinatı kusursuz işleyen bu sisteminin bir kurucusu olmaz mı?

Olmaz diyenin ahmaklığını bütün noterler tasdik etmez mi?

- Vallahi evlâdım pek takdir ettim seni. Peki Allah'ı nasıl bilirsin, neye benzetirsin?
-Ben Allah'ı hiçbir şeye benzetmeden bilirim amca.
- Bunun böyle olacağını nasıl bildin evlâdım?

Delikanlı eliyle bilgisayarları işaret etti:
- Yine bunlar sağ olsun. Bu bilgisayarları yapan mühendisler başka, bilgisayarlar başkadır.

Birbirlerine benzemezler.

Programı yazan insan başkadır, ortaya konulan program ise bambaşka.
Bilgisayarda yüklenmiş bilgiler vardır, fakat benim bilmem yine başkadır.
Kamerası vardır, ses düzeni vardır, ama benim gözlerim ve duyup konuşmam farklıdır.
Abdullah amca çocuğun feraset ve anlayışını çok beğenmişti.

Sorduğu sorulara aldığı cevaplar, gayet mantıklıydı ve berrak bir imana işaret ediyordu.
Aslında buradaki işi bitmiş, kimlik numarasını çoktan almıştı; ama muhabbete devam etmek istedi.

- Peki varlığına inandığın Rabbin için ne yapman gerektiğine dair ne biliyorsun?
- Ne yapmam gerektiğini biliyorum amca, fakat ne kadarını yapabildiğim hususunda
kendimi yeterli görmüyorum.

- Ne bildiğini söylersen, neler yapabileceğine dair yardımcı olabilirim belki evlâdım.
- Neler yapmam gerektiğine dair şuradan biliyorum amca:

Öncelikle, Rabbim bana bir gönül vermiş. Kendisini bilmeyi nasip edip muhabbetini gönlüme yerleştirmiş.

Ben de gönlümde sadece O'na ve sevdiklerine yer vermeliyim,
O'nun istemeyeceği şeyleri gönlümden uzak tutmalıyım.

İkinci olarak bana verdiği dili razı olmayacağı sözlerden korumalıyım. Her zaman O'nu soylemeli, O'nu anlatmalıyım.

Son olarak bana verdiği bu bedeni onun razı olacağı şekilde kullanmalı, bir gün toprak olacak vücudumu O'nun yolunda eskitmeliyim. Benim bildigim bundan ibaret.

- Ee evlâdım daha ne yapacaksın, başka bir şey kalmadı ki!

- Efendim yapmalıyım, etmeliyim diyorum ama, bal demekle ağız tatlanmıyor ki!

Gidilecek yolu bilmek ayrı, usuluyle yolda yürüyebilmek apayrı bir şey
Yine bilgisayar tabirleriyle söylemek gerekirse,

Şeytan denilen melun HACKER, benim sistemimde ki NEFS virusunu aktif hale getiriyor.
Üstesinden gelebilene aşk olsun. Etkili bir antivirus programı bulmam lazım belki de..

- Ben biliyorum, dedi Abdullah Hoca ve ekledi: ""NAMAZ""

- Eveeet amca, ""NAMAZ"" anti-virus programlarından birisidir.

Hayat sistemine kurup, günde beş kere de bağlanırız.Böylece sürekli güncellenir.


11 Haziran 2010 Cuma

Sigara ve IQ



Sigara içen genç erkeklerin içmeyen yaşıtlarına göre daha düşük IQ’lu oldukları gösterildi.

Sigara içmeyenlerin ortalama IQ’su yaklaşık 101,

Sigara içenlerin IQ’su 94 puan olarak saptandı

Günde bir paketten daha fazla sigara içenlerin IQ’su ise yaklaşık 90 puan çıktı.

Araştırmacılar askere alınan 18-21 yaşları arasındaki 20.000’den fazla erkekle ilgili veri topladılar. Bunların yaklaşık % 28’i günde bir ya da daha fazla sigara içiyordu, % 3’ü sigarayı daha önce bırakmıştı ve % 68’i ise hiç sigara içmemişti.

Sigara içmeyenlerin ortalama IQ’su yaklaşık 101, sigara içenlerin IQ’su 94 puan olarak saptandı. Günde bir paketten daha fazla sigara içenlerin IQ’su ise yaklaşık 90 puan çıktı.

Çalışmasının son hali Addiction dergisinde yayımlanan Prof. Weiser, sağlık çalışanları arasında, sigara içenlerin koşulları zor çevrelerde yetiştikleri ya da eksik eğitim almış kişiler olduklarına dair genel bir kanı olduğunu belirtiyor. Weiser kendi çalışmalarında farklı toplumsal ve ekonomik çevrelerden gelen bağımlı kişileri seçtiklerini, bu şekilde eğitim kaynaklarının sigara içme alışkanlığı üzerine etkisinin tekrar değerlendirilebileceğini vurguluyor.

Çalışmaya aynı zamanda erkek ikiz kardeşler de dâhil edildi.

Daha net sonuçlara ulaşmak için çalışmaya aynı zamanda erkek ikiz kardeşler de dâhil edildi. İkiz kardeşlerden birinin sigara içtiği örneklerde, içmeyen kardeşin daha yüksek IQ’ya sahip olduğu belirlendi.

Daha düşük IQ, sigara bağımlılığı için daha yüksek bir riski akla getirse de, çalışmada IQ ve sigara içmeyle ilgili kesitsel verilere göre sigara içenlerin büyük çoğunluğunun IQ’sunun, ortalama dağılımının içinde yer aldığı görüldü.

Prof. Weiser düşük IQ’ya sahip kişilerin sadece sigara bağımlılığına yatkın olmakla kalmayıp aşırı şişmanlık ve uyuşturucu kullanımı gibi sorunlara yakalanmaya da yatkın olabileceklerini, çalışmalarının, ebeveyn ve sağlık çalışanlarına risk altındaki gençleri belirleme konusunda yardımcı olabileceğini ekliyor.


27 Nisan 2010 Salı

Nöroloji Testi..!







Bu GERÇEK bir nöroloji testidir.

Rahatça oturun va sakinleşin, aşağıdaki üç işlemi bir dakikadan kısa sürede yapmalısınız.

Sadece bakarak bulmalısınız, Mouse İmlecini kullanmamalısınız, kolay gelsin.

1 - Aşağıda C'yi bulun. İmleç yardımı almayın.

OOOOOOOOOOOOOOOOOOO OOOOOOOOOOOOOOOO OOOOOOOOOOOO
OOOOOOOOOOOOOOOOOOO OOOOOOOOOOOOOOOO OOOOOOOOOOOO
OOOOOOOOOOOOOOOOOOO OOOOOOOOOOOOOOOO OOOOOOOOOOOO
OOOOOOOOOOOOOOOOOOO OOOOOOOOOOOOOOOO OOOOOOOOOOOO
OOOOOOOOOOOOOOOOOOO OOOOOOOOOOOOOOOO OOOOOOOOOOOO
OOOOOOOOOOOOOOOOOOO OOOOOOOOOOOOOOOO OOOOOOOOOOOO
OOOOOOOOOOOOOOOOOOO OOOOOOOOOOOOOCOO OOOOOOOOOOOO
OOOOOOOOOOOOOOOOOOO OOOOOOOOOOOOOOOO OOOOOOOOOOOO
OOOOOOOOOOOOOOOOOOO OOOOOOOOOOOOOOOO OOOOOOOOOOOO
OOOOOOOOOOOOOOOOOOO OOOOOOOOOOOOOOOO OOOOOOOOOOOO
OOOOOOOOOOOOOOOOOOO OOOOOOOOOOOOOOOO OOOOOOOOOOOO

2- Eğer C'yi bulduysanız, şimdi de 6'yı bulun

9999999999999999999 9999999999999999 9999999999999999 99999
9999999999999999999 9999999999999999 9999999999999999 99999
9999999999999999999 9999999999999999 9999999999999999 99999
9999699999999999999 9999999999999999 9999999999999999 99999
9999999999999999999 9999999999999999 9999999999999999 99999
9999999999999999999 9999999999999999 9999999999999999 99999

3 - Son olarak N'yi bulun, biraz daha zor gibi…

MMMMMMMMMMMMMMMMMMM MMMMMMMMMMMMMMMM MMMMNMMMM
MMMMMMMMMMMMMMMMMMM MMMMMMMMMMMMMMMM MMMMMMMMM
MMMMMMMMMMMMMMMMMMM MMMMMMMMMMMMMMMM MMMMMMMMM
MMMMMMMMMMMMMMMMMMM MMMMMMMMMMMMMMMM MMMMMMMMM
MMMMMMMMMMMMMMMMMMM MMMMMMMMMMMMMMMM MMMMMMMMM

Bu bir şaka değildir. Üç testi de geçebildiyseniz, Nöroloğunuza yıllık ziyaretinizi iptal edebilirsiniz.

Beyniniz muhteşem çalışıyor ve Alzehimer hastalığından uzaktasınız. Tebrikler!





Öğr. Gör. Dr. Erhan Şengel
Uludağ Üniversitesi
Eğitim Fakültesi
BÖTE Bölüm

12 Nisan 2010 Pazartesi

Simitçi..!





Ankaralı Simitçi

Son bir yıldır öğle yemeklerini dışarıda yemek durumunda kaldığımızdan işyerinden iki ağabeyimle Tunalı civarlarında yemeğimizi yiyor ve öğleden sonrası için de Tunalı Pasajı karsısındaki köseden simit alıyoruz.

Yaklaşık on-on beş gündür tezgâhın başka birisi tarafından işletildiğini fark etmiştim. Dün bu sefer simidi ben alacağım diyerek, tezgâha gittiğimde simitçi ortalıkta görünmüyordu.

Ben de her tezgâhın basında simitçi olmadığında, Türklerin yaptığı refleks ile tezgâhın camini açacak ve parayı koyarak iki tane simit alacaktım.

Öyle de yaptım tezgâhın sürgülü camini açtım 1 YTL' yi rafa koydum ve tam simitleri alacaktım ki, orada üstüne el yazısıyla bir şeyler yazılmış, müsvedde kağıtları gördüm.

Beni iyi tanıyanlar ne kadar meraklı olduğumu bilirler; "Yahu bu da nedir, ne yazmış bu adam acaba, bir bakayım," dedim:

8.10 – 2

8.15 – 1

8.21 – 1

8.22 – 2

Anlayacağınız bu listede öğleye kadar hangi dakikada kaç simit satıldığı yazıyordu.

Sonra bu listenin altına 13.55 – 2 yazıp, üstüne bir de yıldız koydum ve simitleri aldım.

Veritabanı tutmaya bayılırım. "Allah’ım adamdaki bilince bak, veritabanı tutuyor!" dedim. Ama emin değildim. Belki de belediye böyle bir şeyler istemiştir falan... dedim.

Neyse uzatmayayım, bugün yine ayni simitçiye uğradım, bu sefer oradaydı. Nasılsın, iyi misin, hoşbeşinden sonra" 13:55 simitlerini toplama ekledin mi?" diye sorunca:

"Abi sen miydin o?" diye gülümsemeye başladı.

"Neden böyle bir liste tutuyorsun?" diye sordum,"Belediye mi istiyor?"

"Yok abi, ben 15 gün önce aldım bu tezgahın isletmesini, henüz
yabancısıyım müşterinin dedi.

Bunları dakika dakika yazıyorum, hangi saatlerde müşteri yığılıyorsa, ona göre sıcak simit getireceğim, o gün sabahın simidi aksama kaldı, utandım müşteriden" deyince ellerine sarılıp öpmek geldi içimden.

Yaa işte böyle...

İster CRM (Customer Related Management) deyin, ister PR (Public Relation), isterseniz de Market Research...

Ben simitçinin yaptığını çıkardım?... Yoo, o kadar uzun boylu değil her şeyi de yazacak değilim ya!... "Herkesin Mesajı Kendine..."

Artik her simit aldığımda aklıma VERİTABANCI SİMİTÇİ gelecek. Zekâ, işine saygı, kâr arttırma bilinci...

Hepsinin sonucunda yaratılan gerçek katma değer ve farklılaşarak rakiplerinden ayrılma...

Bunları öğretmek için yıllarca insanları yüksek ücretli okullarda okutuyorlar.

Sonuç: “veritabancı” simitçinin" yanından bile geçemeyecek olanlar, bakin her yerde yüksek maaşlar alıp, endam gösteriyorlar.


İyi günler... Sağlıklı kalın...

6 Nisan 2010 Salı

Türk Tarihinin Özeti..!




-Oğuzhan’dan başlayan Türk tarihi gözlerimin önündeydi;

”Tanrının kırbacı”dedikleri Atilla ünlü kılıcını çekmiş, Avrupayı titretiyordu.

Alpaslan’ın Diyojen’i perişan edişini görür gibiydi.

Atını denize süren cengâver Fatih'in topları Bizans’ın surlarını dövüyordu.

Bir insanın pasaportla gezemeyeceği ülkeleri kısacık saltanatında ülkesine katan Yavuz, Sina Çölünü geçiyordu.

Her bahar “Bize mi sefer yapacak?”korkusuyla Batılıların rüyalarına giren Kanuni Mohaç’ı geçmiş, atını mahmuzluyordu.

Ele avuca sığmayan akıncıların ufuklardan ufuklara yankılanan naraları duyuluyordu.

İşte bu sonsuz enerji, muhteşem tarih, çuvalların içinde titreyen sıska vücutlara dönmüştü!

Çanakkale’de direnişi ölümden önceki son savleti olabilirdi! Bu morarmış ellerin, yüzlerin, bir torba kemik haline gelmiş vücutların kaderi toprak olmaktı.

Kulübenin kapısı açıldı, bastonuna dayanarak bir kocakarı dışarı çıktı ve bağırmaya başladı:

”Gazanfer! Mücahit! Muzaffer!” Çocuklar kulübeye doğru koşarken Mösyö Valentin’in yüzü ciddileşti, bakışları değişti, arkalarından bakarak mırıldanmaya başladı:

”Gazanfer! Mücahit! Muzaffer haaa! En karanlık gününde çocuklarına bu isimleri veren millet, bir yerde toprağa gömülse bile başka yerden fışkırır!” (…)


Ey Boğazın hülyalı suları! Şimdi hürriyetin neşesiyle yeşil tepelerin eteklerine köpüklü dalgacıklarınızla danteller işliyorsunuz.

Sizleri çiğnemeye gelen o çelik devlere karşı kükreyemez miydiniz? Bir millet, bir ümmet, bir medeniyet kaderini sizlere emanet etmişti.

Yüzyıllardan beri canları pahasına sizleri koruyana sadakatinizi esirgememeniz için Cideli Mehmet Çavuş’un, Lâpsekili Ali’nin, Kilitbahirli Yüzbaşı Hasan’ın, Libyalı Üsteğmen Mevsuf’un kurban olmaları mı lazımdı?

Siz ey Kanlısırt, Kocaçimen, Kabatepe, Alçıtepe! Baharın şu günlerinde üzerinize bir gelinlik gibi düşen güneşin pırıltıları altında bahtiyar uyuyorsunuz.

Pütürgeli Bilal, Yozgatlı Kınalı Murat, Ezineli Yahya Çavuş, Konyalı Mıstık ve 253 bin vatan evladı kemiklerini size siper etmeseydiler; haliniz nice olurdu?!

Bedelinizin ağırlığını göstermek için mi alev saçan namlulara karşı lavlarınızı püskürtmediniz?!

Ve siz ey hayatlarının baharında şahadet mertebesine erenler! Âlemlerin Rabbi sizler için “Diridirler!” derken destanınızı fanilerin yazamayacağına da işaret ediyor.

Biz yazamasak da, kanlarınızla yoğurduğunuz tepelerde rüzgâr ebediyete kadar cenginizi terennüm edecek, mahzun vadilerde sütün sütün Fatiha’larla yükselen mezar taşlarınızı gökler selamlayacak!

"alıntı"

29 Mart 2010 Pazartesi

- AĞRI KESİCİLERDEN UZAK DURUN..!




Türkiye’nin dünyanın en hızlı büyüyen ilaç pazarı olduğunu biliyor musunuz?

2002’den 2003'e geçerken, üretici fiyatlarıyla 3 milyar dolar olan ilaç harcamamız 4.2 milyar dolara yükselerek % 40’lık bir büyüme göstermiş. üstelik ilaç sektörümüz büyük ölçüde dışa bağımlı.

Geçenlerde bir hastamı rahatsızlığı dolayısı ile evinde ziyaret ettim. Ateşini oldukça yüksek ölçünce “Ağrı giderici veya ateş düşürücünüz var mı?” diye sordum. İnanmayacaksınız tam beş çeşit ağrı giderici ilaç çıkardılar.

Anneannenin dizleri için kullandığı ilaç, dedenin romatizma ilacı, evin genç kızının periyot ağrıları için kullandığı bir ilaç, mutfaktaki çekmecede her zaman hazır tutulan ateş düşürücü ve babanın migren ilacı..

Benzer bir durumu bir yurt içi tur otobüsünde de yaşamıştım; teyzeler, çantalarından çıkardıkları ağrı giderici ilaçları birbirlerine şeker gibi ikram ediyorlardı...

Sevgili okurlarım, ağrı gidericiler evde, çantada el altında tutulacak ve en ufak bir ağrı durumunda hemen yutulacak ilaçlar değildir. Hepsinin çok önemli yan tesirleri olduğu gibi bazıların da kısmen bağımlılık yapıcı etkileri vardır.

Romatoid artrit ve şiddetli ağrılarla seyreden diğer bazı hastalıklarda bu ilaçların doktor kontrol altında kullanımı tabi ki gerekli olabilir.Benim dikkatinizi çekmek istediğim esas husus, bu ilaçların, önemli yan tesirlerine rağmen evlerimizde kontrolsüz ve aşırı miktarlarda kullanılmasıdır....

Herhangi bir ağrı için, eliniz dolaptaki ağrı gidericiye gittiğinde şu iki hususu mutlaka hatırlamanızı istiyorum.

1.Alacağınız ağrı gidericinin İYİ EDİCİ BİR ETKİSİ YOKTUR.

Size sadece -geçici bir süre- rahatlama imkanı verir...

İlacı yutmadan önce vücudunuza ağrıyı kendisi geçirmesi için bir şans vermeyi deneyin. Daha ağrı başlar başlamaz en başta “endorfinler” olmak üzere pek çok hormon ve enzim acımızı hafifletmek ve kendimizi daha iyi hissetmemizi sağlamak için devreye girer...

Salgılanan Endorfinler, yalnız morfin benzeri bir ağrı giderici olmakla kalmaz vücudumuza rahatlama ve mutluluk verici bir etki de yaparlar..Hemen ağrı gidericiye sarılırsanız başta endorfinler olmak üzere iyi edici enzimler devreye girmez ve tembelliğe alışan vücudunuz, bir süre sonra ağrı tekrar ettiğinde, kendi iyileştirici hormonlarını salgılamak yerine sizden “ağrı giderici ilaç”bekler....

2.Alacağınız ağrı gidericinin önemli yan tesirleri olabilir....

Aspirin başta olmak üzere tüm ağrı giderici ve ateş düşürücülerin en önemli yan tesiri yemek borusu, mide ve on iki parmak bağırsağında yaptıkları tahriş ve kanamalardır..

Acil servise başvuran mide kanamalarının pek çoğundan yutulan ağrı giderici ilaçlar sorumludur. Yaşlılarda bu ilaçların kullanımı mide kanamasından ölüm riskini beş misli artırmaktadır.

Ağrı giderici ve antienflamatuar ilaçların(NSAI) önemli yan tesirlerinden birisi de kalp damar sistemi üzerine yaptığı zararlı etkilerdir. Büyük reklam kampanyaları ile piyasaya sürülen ve yemin billah mideye dokunmadığı iddia edilen romatizma ilacı “Vioxx”, kalpten ölüm oranını artırdığı kesin olarak gösterilmesi nedeniyle piyasadan toplatılmıştır.

Romatizma ilaçları özellikle yaşlı insanlar tarafından kullanılmaktadır. Halbuki bu ilaçlar 60 yaş üzerindeki sağlıklı kişilerin kalp yetmezliği riskini % 60, daha önce kalp hastalığı tanısı alanların kalp yetmezliği riskini ise 10 misli artırmaktadır.

Bu konuda biz doktorların da kabahati olduğunu itiraf etmek zorundayım. Şikayetinin geçmesi arzusu ile bize müracaat eden hastayı memnun etmenin “En kolay yolu” bir ağrı giderici reçete etmektir.

İlaçların yan tesirleri konusunda yeteri kadar aydınlatılmayan hastalar da bir süre sonra verilen ilacın sadık ve devamlı bir müşterisi durumuna gelmektedirler...

Unutmayın, çocuklarınız, çoğu konuda olduğu gibi ilaç kullanma alışkanlığı açısından da sizi taklit ederler. Çocuğunuzun ağrı eşiğinin düşük veya yüksek olması size bağlıdır.

En küçük bir baş ağrısında hemen ilaç kutusuna koşan anne babasını gören çocuğun ağrı eşiği de düşük olur, dayanmak ve sabretmek yerine ilaç yutmak ona daha kolay gelir. Bu konuda şahit olduğum bir diğer yanlışa değinmeden geçemeyeceğim.

Bir hastam, karnım ağrıyor diyen çocuğuna ağrı giderici diye vitamin verdiğini böylece onu ağrı gidericilerin yan tesirlerinden koruduğunu “övünerek” anlatmıştı. İlk bakışta akıllı bir yaklaşım gibi görünse de hem içinde bir “yalan” olması hem de çocuğu kolaycılığa itmesi açısından son derece yanlış bir tutum...

Karşılaşacağı her ağrı-zorluk için “hemen dışardan yardım isteyen” çocuklar yetiştirmek yerine, ağrı ve zorluklarla baş etmeye çalışan çocuklar yetiştirmemiz, bu açıdan da onlara örnek olmamız daha doğru olmaz mı?

"Dr.Murat KINIKLIOĞLU"

8 Mart 2010 Pazartesi

MİLLETVEKİLLERİMİZ..!



Yılmaz Dağdeviren, emek vermiş, zaman ayırmış, ter dökmüş “tuzu kuruluğun kıyaslanabilir tablosunu” çıkartmış,

Sizin de bilginiz olsun.

Kesin, bir kenara koyun.

Bizim milletvekillerimiz:

Sosyal haklar:
Ayda 9,5 milyar TL maaş
2 yılda emeklilik hakkı
Emekli olunca ömür boyu ayda 6 milyar TL maaş

Ülke Norveç:

Kişi başı milli geliri: 98.000 $.

Milletvekili maaşı: 7.500 $.

Yan ödeme: Yok.

Emeklilik: 65’ten sonra.

Maaşın milli gelire oranı: % 7.6.

Ülke İsviçre:

Kişi başı milli geliri: 65.000 $.

Milletvekili maaşı: 4.200 $.

Yan ödeme: Yok.

Emeklilik: Yok.

Maaşın milli gelire oranı: % 6.4.

Ülke Danimarka:

Kişi başı milli geliri: 64.000 $.

Milletvekili maaşı: 5.000 $.
Yan ödeme: Yok.

Emeklilik: Yok.

Maaşın milli gelire oranı: % 7.8.

Ülke Finlandiya:

Kişi başı milli geliri: 52.000 $.

Milletvekili maaşı: 4.000 $.

Yan ödeme: Yok.

Emeklilik: Memur gibi.

Maaşın milli gelire oranı: % 7.6.

Ülke Hollanda:

Kişi başı milli geliri: 52.000 $.

Milletvekili maaşı: 5.660 $.

Yan ödeme: 150 $.

Emeklilik: Memur gibi.

Maaşın milli gelire oranı: % 10.8.

Ülke Avusturya:

Kişi başı milli geliri: 50.500 $.

Milletvekili maaşı: 8.100 $.

Yan Ödeme: Yok.

Emeklilik: Yok.

Maaşın milli gelire oranı: % 16.

Ülke Belçika:

Kişi başı milli geliri: 47.000 $.

Milletvekili maaşı: 5.064 $.

Yan ödeme: 1.423 $.

Emeklilik: Yok.

Maaşın milli gelire oranı: % 10.6.


Ülke İngiltere:

Kişi başı milli geliri: 46.500 $.

Milletvekili maaşı: 6.200 $.

Yan ödeme: Londra kenti

9 gidiş-geliş bileti.

Emeklilik: Memur gibi.

Maaşın milli gelire oranı: % 13.3.

Ülke Fransa:

Kişi başı milli geliri: 46.000 $.

Milletvekili maaşı: 4.648 $.

Yan ödeme: Yok.

Emeklilik: 55 yaş sonrası.

Maaşın milli gelire oranı: % 10.

Ülke İtalya:

Kişi başı milli geliri: 40.000 $.

Milletvekili maaşı: 9.150 $.

Yan ödeme: Yok.

Emeklilik: Memur gibi.

Maaşın milli gelire oranı: % 22,8.

Ülke İspanya:

Kişi başı milli geliri: 37.000 $.

Milletvekili maaşı: 2.312 $.

Yan ödeme: 1.500 $.

Emeklilik: Memur gibi.

Maaşın milli gelire oranı: % 4.

Ülke Çek Cumhuriyeti:

Kişi başı milli geliri: 21.000 $.
Milletvekili maaşı: 1.900 $.

Yan Ödeme: Yok.

Emeklilik: Yok.

Maaşın milli gelire oranı: % 9.

Ülke Litvanya:

Kişi başı milli geliri: 15.000 $.

Milletvekili maaşı: 820 $.

Yan ödeme: Yok.

Emeklilik: Yok.

Maaşın milli gelire oranı: % 5.4.

Ülke Polonya:

Kişi başı milli geliri: 14.000 $.

Milletvekili maaşı: 1.893 $.

Yan ödeme: Yok.

Emeklilik: Yok.

Maaşın milli gelire oranı: % 13.5.

Ülke Ermenistan:

Kişi başı milli geliri: 4.000 $.

Milletvekili maaşı: 200 $.

Yan ödeme: Yok.

Emeklilik: Yok.

Maaşın milli gelire oranı: % 5.

Ve ÜLKE TÜRKİYE.

Kişi başı milli geliri: 10.000 $.

Milletvekili maaşı: 5.600 $.

Yan ödeme: Harcırahlı.

Emeklilik: Yaş sınırı yok.

9 Şubat 2010 Salı

Nazar Değmesi Nasıl Oluyor..?


Bizde "nazar değmesi" adı verilen inanç, diğer lisanlarda "şeytan göz" veya "şeytan bakışı" olarak adlandırılır.

Nazar: (Osmanlıca) Bakış, bakma, göz atma.
2-(Eski) Yan bakış.

Bebeğine yeni elbiseler giydiren bir anne, çarşıya gidip alışveriş yapar. Bu arada bir başka kadın gelir ve bebeği sever. Eve gittiklerinde bebek ishal olur. İşte anneye göre bebeğine o kadının nazarı değmiştir. Dikkat ederseniz burada bebeği seven kadının art niyeti yoktur. Zaten nazarı değen kişinin genellikle kötülüğü değil, kıskançlığı ve çekemezliğidir söz konusu olan.




Çocukluktan yetişkinliğe değişen inançlar;

Batıl inançlar çocuklukta kuvvetli olup yaş ilerledikçe azalırken, nazar değme inancı bunun tam tersidir. Nazar inancının ardındaki güç, bakışın ruhla bütünleşmesidir. Bakış konuşmaya göre daha etkilidir. İnsana tam odaklanır ve daha duygusaldır. Birçoğumuz arkamız dönük olduğumuz halde kalabalık içinden birinin bize baktığını hissetmişizdir.


Gözlere hapsolan ruh;

Nazar değmesi ile ilgili olarak en çok kabul gören görüş, gözdeki yansımadır. Eğer karşınızdaki birinin gözlerine dikkatle bakarsanız, gözlerinde kendi görüntünüzün yansıdığını görürsünüz. Eski insanlar sudan, aynadan yansıyan görüntülerinin kendi ruhları olduğuna inanıyorlardı. Karşılarındaki insanın gözleri içinde kendi küçük görüntülerini görünce tehlikede olduklarını, ruhlarının karşısındakinin gözleri içinde hapsolduğunu sanıyorlardı.


Sümer kültüründe “bakarak suları/sıvaları kurutma”;

Bu korkunun dünya çapında genel bir inanca dönüşmesinin, şimdi Irak'ın bulunduğu topraklarda yaşamış eski Sümerlerden kaynaklandığı sanılıyor, Sümerlerin inançlarına göre bazı insanlar bakarak suları kurutabilir ve bu nedenle ölüme sebep olabilirlerdi. Sonradan bu inanç bir bakışla yaşayan şeyleri de kurutabilme yönünde gelişti. Örneğin, nazar değen çocukların ishal olup vücutlarının sıvı kaybetmesi, annelerin ve süt veren hayvanların sütlerinin kuruması, meyve ağaçlarının kuruması ve erkeklerin iktidarsız kalmaları vb. Görüldüğü gibi, bunların hepsinde de sıvı kaybı ve kuruma vardır.



Mavi gözlüler;

Doğu Akdeniz ve Ege kıyılarında bu inanca, mavi gözlü insanların daha fazla nazarlarının değdiği inancı da ilave edilmiştir. Bu yörelerde mavi gözlü insanların azlığı bunun sebebi sanılıyor. Bu nedenle buralarda nazarı geri itmek veya ayna gibi yansıtmak için mavi göz şeklinde, camdan yapılan nazarlıklar başta bebekler olmak üzere nazarın değebileceği düşünülen her yere takılmaktadır.









8 Ocak 2010 Cuma

HER TERCİH BİR VAZGEÇİŞTİR..!


Bir arkadaşımı hacca uğurlamaya gitmiştim. Çok heyecanlıydı, daha gitmeden çok farklı bir atmosfere girmiş gibiydi.

Sevgili peygamberimize ve kutsal topraklara Rabbimin evine bizden de selam götürmesini rica ettim. Oralarda bizler içinde dua etmesini Rabbimizin bizlere de haccı nasip etmesini diledim.

Ne kadar kalacağını sorduğumda, arkadaşım elli gün civarında Allah nasip derse deyince çok şaşırmıştım. .

Ben nedense kısa dönem yaparlar diye tahmin ediyordum. Çünkü arkadaşımın iki mağazası vardı mağazalarla bu uzun zamanda kim ilgilenecek dedim? Arkadaşım; şaşkın şaşkın yüzüme bakarak;

…..Sana senin hep söylediğin bir cümleyle cevap vereyim dedi,”HER TERCİH BİR VAZGEÇİŞTİR” eğer değer verdiklerimizden Allah için vazgeçemiyorsak imanımızdan şüphe etmeliyiz.

Elindeki bardağa süt doldurmak istiyorsan, önce bardaktaki suyu boşaltmayı göze almalısın. Zira dolu yüreğe başka bir sevgi sığdıramazsın, sığdırmaya uğraşsan da çok eğreti olur, mağazaları Mülkün gerçek sahibine emanet ettik başına da birer bekçi koyduk.

Allah’tan rızasını talep etmeye gidenin, cennet umuduyla yola çıkanın dünya çöplüğünde ne gözü olur ki, dedi.

Arkadaşıma bu soruyu sormuş olmaktan utancımdan yerle bir olmuştum. Yüzüne bakamadan, Rabbim tercihinin mükafatını versin deyip ayrılmıştım. Eve gelirken hep söyledikleri beynimde döndü durdu. Hayata dair kendi tercihlerimi düşündükçe beynim karıncalandı.

Bizim binanın önünde yer olmayınca arabayı komşu binanın önüne park edip, her zamanki alışkanlığımla bahçelerindeki güllere baka baka yürürken, komşuyu güllerden birini budarken gördüm. Ve günün ikinci gafını yapıp komşuya selam vermeden,


…..Komşuuu ne yapıyorsun? Diye bağırmaya başladım. Komşu şaşkın bir halde bana dönüp;

…..Keşke önce selam verseydin. Gördüğün gibi gülü buduyorum. Bunda kızacağın ne vardı anlayamadım? Dedi.

…..Komşu kusura bakma kabalığımı hoş gör, ben her buradan geçişte mutlaka durur güllere bakar dallarında kaç tane gül var diye sayar kuruyanlara üzülür yeni açanları gözlerimle okşar geçerim. Budadığın güller henüz solmamış ki neden buduyorsun? Nasıl onları çöpe atacaksın nasıl kıyıyorsun?

Komşum biraz alaycı birazda beni teskin edici bir sesle;

…..Madem gülleri bu kadar seviyorsun, neden güllerin nasıl yetiştiğini bilmiyorsun? Ben bu gülleri sık sık budamasam yeni güller açmaz ve sende bu bahçeye bir daha dönüp bakmazsın. Gül dalında sürekli gül görmek istiyorsan, gül ağacının daha gür olmasını istiyorsan sık budamalısın.

Daha gür dallar için ve daha çok açacak olan güller için açmış birkaç gülü feda etmelisin. Bulmayı umut ettiğin kaybettiğinden daha cazipse gözünü kırpmadan benim yaptığımı yapıp kesip makasla gülleri götürüp çöpe atacaksın.

Arkasından gülerek ekledi;

…..Şimdi sen ya gidip o çöp kutusunun başında solan güllere bakıp bakıp ağlarsın, gül çöpte solar sen başında solarsın, yada bahçede budanmış gül dalının başında durup onun dalında açan yeni güllere bakıp gözünü gönlünü hoş edersin.

HER TERCİH BİR VAZGEÇİŞTİR Seninse kârda veya zararda oluşun neyi ne için feda ettiğindedir. Dedi.

…..Bu iki oldu. Dedim. Ne iki oldu dedi? Boş ver dedim.

…..Komşu haklı olan sensin duygusal bakan benim ama mevsim kışa girdi sence bu mevsimde yinede güller açar mı? Dedim.

…..Güneşi görürse açar şayet göremezse kıyamet kopmazsa önümüzde bahar var. Her bahar yeni bir ümittir yeniden varoluş. Ben bunları ümit ederek budadım. Dedi.

…..Ümit etmek dedim sonra sustum. Sonra nasıl dedim yine sustum. Halimi gören komşum bir açıklama getirdi;

…..Eğer Hz. Yusuf’ Allahın rızasına nail olacağını ve cennetle mükafatlandırılacağı ümidini taşımasaydı Züleyhaya karşılık Zindanı tercih etmezdi. Züleyha(80 yıllık dünya hayatı)=kısa bir dönem mutluluğu.

Zindan= Allahın rızası+ebedi cennet hayatı. Hz. Yusuf’un bu tercihi yaparken şu budadığım gül gibi canı acımamış mıdır?

Düşünki insanın arzuladığı hayat ellerinin altında olduğu halde bundan vazgeçmesi öyle kolay mıdır? Ama Züleyha’dan vazgeçmeseydi Mısıra sultan olamazdı.

Züleyhayı tercih etseydi hayatı boyunca Züleyha ya köle olarak, Mısırda da köle olarak yaşardı.

…..İşte olaylara bu noktadan bakıp neyi neye tercih ettiğimiz çok önemli.

……Evet komşu sanırım benim bugün yaşadıklarımın ve Allah ömür verirse yaşayacaklarımın anahtar kelimeleri;

“Her tercih bir vazgeçiştir” ve

“Ümit etmek” Sence ben bunları başarabilecek miyim? Dedim. Attığın her adımdan dolayı Allahtan korkar, aklını duygularının önüne geçirirsen başarırsın dedi.

Eğildim yere düşmüş gülleri aldım; kokladım, kokladım bir daha kokladım… yine de doyamadım.(alıntıdır)


2 Ocak 2010 Cumartesi

Aşılar nasıl doğdu?


Focus dergsi 1995 yılında yayınladığı bu yazıda çiçek aşısının ilk olarak İngiliz tıp doktoru Edward Jenner tarafından bulunduğunu yazmaktadır.


Oysa ki ilk çiçek aşısını Osmanlılar bulmuştur ve ilk uygulama da Edirne'de başlatılmıştır.


Edward Jenner bu uygulamasını İngiltere'de 1775 yılında yapmıştır ancak tarihi kaynakları incelediğimizde bu tarihin öncesinde,1717 yılında yani bundan 58 yıl önce çiçek hastalığına karşı aşılma Osmanlı'da mevcuttu.


Bu aşının İngiltere'ye nasıl ulaştığını ise Lady Montagu'nun The Turkish Embassy Letter's adıyla yayınlanan mektuplarının yer aldığı kitaptan öğreniyoruz.Mary Wortley Montagu (Lady Montagu) 'nun eşi Edward Wortley Montagu, 1716'da İngiltere elçisi olarak İstanbul'da göreve başladı.


Lady Montagu Osmanlı topraklarında geçirdiği iki yılı ülkesindeki arkadaşlarına yazdığı mektuplarda anlattı.Lady Montagu, çiçek hastalığı geçirmiş ve yüzünde hastalığın izleri kalmıştı. O dönemlerde İngiltere'de bu aşı bilinmiyordu. İngiliz elçisinin eşi, çiçek aşısının Osmanlı topraklarında yaygın bir şekilde kullanıldığını hayretle gördü. Hafif çiçek çıkaranlardan alınan cerahat çiçek çıkarmayanların derisine çizilerek sürülüyordu.


Lady Montagu, Osmanlı topraklarında bu aşının nasıl yapıldığını görünce, oğlunu da aşılattı. Bu tatbikatı arkadaşına mektubunda anlatınca, çiçek aşısı Avrupa'da öğrenildi.


Lady Montagu mektuplarında aşıdan şöyle bahseder;

...Bizde pek çok yaygın ve zalimane olan çiçek hastalığını burada keşfettikleri bir aşı ile önlüyorlar. Birçok kocakarının sanatları sırf bu ameliyatı yapmak. Aşılanma için en uygun zaman sıcakların sonu, sonbaharın başlangıcı. O zaman aile reisleri ailelerinde çiçek hastalığına tutulmuş kimse olup olmadığını öğreniyorlar ve birkaç aile toplanıyorlar.


Sayıları on beş on altıyı bulan aile toplulukları bu aşıcı kocakarılardan birini çağırıyorlar ve ceviz kabuğu içine doldurulmuş çiçek hastalığı aşısını hangi damardan açılmasını isterlerse, o damarı büyük bir iğne ile açtıktan ve iğnenin ucu kadar aşıyı buraya koyduktan sonra yarayı bağlıyor ve üzerine bir ceviz kabuğu yapıştırıyorlar.


Bütün bu ameliye sırasında en küçük bir acı hissedilmiyor. Aynı şeyi dört beş damara daha yapıyorlar... Aşı için vücudun kapalı yerleri tercih ediliyor. Aşılanan çocuklar sekiz gün oynuyorlar, bir şey olmuyor.


Daha sonra bir sıtmaya tutuluyorlar ki iki gün, üç gün yatakta yatıyorlar. Yüzlerinde yirmi otuz sivilce çıkıyor. Fakat sekiz gün içinde hiç hastalığa tutulmamış gibi oluyorlar. Açılan yaralar hastalıkları boyunca akıp çiçeğin zehrini atıyor, başka taraflara yayılmasına mani oluyor. Her sene aynı ameliye binlerce çocuğa yapılıyor...


Aşıdan kimse ölmüyor. Aşının faydasına inandığım için sevgili yavruma da yaptırmaya karar verdim. Vatanımı çok sevdiğim için aşının oraya da girmesini isterim...
(Lady Montagu, Türkiye Mektupları, 1717-1718, çev. Aysel Kurutluoğlu, s. 66-67.)

Ayrıca Londra'ya döndükten sonra da bizzat kendisi Çiçek aşısını İngilizlere tanıttı. Osmanlı uygarlığını övdü.


Aşının işlevini ve ilk aşılama yöntemini keşfedenler Çinli­lerdir.


Günümüzden 2000 yıl ön­ce çiçek hastalığına karşı, hasta kişinin vücudundaki yaraların kabuklarını toz haline getirip burun­larına çekiyorlardı. Bu yöntemle mikrop alma oldukça tehlikeliydi. Çünkü, hastalığın birdenbire ge­lişmesine, hatta ölümle sonuçlan­masına yol açabiliyordu.


Buna rağmen "çiçeklenme " adı verilen bu önlem, 18. yüzyıl Avrupasında yaygın olarak kullanılıyordu.Bu çağda, bir köy hekimi olan Edward Jenner, İngiltere'de çift­liklerde çalışan bazı genç işçilerin sanki aşılanmış gibi çiçeğe karşı bağışık olduklarını gördü.


Bunların hepsinin, süt ineklerinden ge­çen ve çok hafif bir hastalık olan "inek çiçeği" virüsünü eldeki sıy­rıklar gibi yollarla aldıklarını sap­tadı. İnek çiçeği ile çiçek arasın­daki yakınlığı bulan Jenner, inek çiçeğine tutulanın çiçeğe yakalan­mayacağını düşündü.


1796'da bir çiftlik hizmetçisinin yaralarından aldığı virüs aşısını James Philipps'e verdi. Üç ay sonra da genç çocuğa çiçek virüsü bulaştırmaya çalıştı. Sonuç olumsuzdu. İnek çi­çeği aşısı çiçek hastalığına tutul­mayı önlüyordu.


İşte aşı böyle doğdu.Bulaşıcı virüs hastalıklarına karşı bağışıklama yöntemlerini ise Louis Pasteur geliştirdi.