26 Eylül 2012 Çarşamba
22 Eylül 2012 Cumartesi
Kayseri-Erciyes'te Kayak Hocalığım..!
Müsait olduğum ve zaman buldukça Kayseri'de geçirdiğim güzel günlerimden bir kaç kesit sizlerle paylaşacağım.
Bu gördüğünüz talebem daha ikinci gününde bu şekilde kaymayı başarmıştı. Ben hem kameraya çekiyorum bir yandan da eğitime devam ediyorum.
20 Eylül 2012 Perşembe
"Yâ Sabûr!"
Önceki gün Üsküdar'dan Şehir Hatları vapuruna bindim, kendime pencere kenarında güzel bir köşe bulup oturdum ve bitirmek üzere olduğum kitabı açtım. Hareket saatine daha on dakika vardı; on beş dakika da yol...
Yirmi beş dakika okuyabilirdim. Fakat birden gözüm suyun üzerinde yüzen nesnelere takıldı. Plastik poşetler, şişeler, boş sigara paketleri, gazete kâğıtları, ekmek parçaları, ne olduklarını anlayamadığım daha bir yığın çöp...
Bunların denize bu şehirde yaşayan insanlar tarafından atıldığını düşünerek canım fena halde sıkıldı. Elimdeki kitabı kapatıp denizi, sokakları, caddeleri, otoyolları çöp kutusu yerine kullananların nasıl mahlûklar olduklarını düşünmeye başladım.
Eğitimsizlik mi? Çevreyi kirleten bu insanların yüzde doksan bilmem kaçının en az ilkokul mezunu olduğundan eminim. Ayrıca, bir insan, eğitimsiz olsa bile, biraz akıl, biraz iz'an sahibiyse ve zerre kadar sorumluluk şuuru taşıyorsa, bu şehrin, bu ülkenin, hatta bu dünyanın aynı zamanda kendi evi olduğunu fikredebilir. Dünyayı kirletirken aslında çocuklarının, torunlarının ve bütün gelecek nesillerin, daha da ötesi, bütün canlıların haklarını ihlal ettiğini, bu sorumsuzca hareketle belki de onların bir gün aç kalmalarına yol açacağını düşünmeyen bir insan, insan olamaz.
Bırakın denizleri kirletenleri, tarihî ve tabiî zenginliklerimizi yok eden yangınların çoğu da -eğer kundaklama değilse- söndürülmeyen piknik ateşleri, dikkatsizce atılan sigara izmaritleri gibi, akılsızlıktan, sorumsuzluktan ve açgözlülükten kaynaklanan sebeplerle çıkıyor.
Sorumluluk duygusuna sahip bir insan, her hareketinin muhtemel neticelerini düşünür. Tarihe karşı sorumluluk, tarih şuurunun, çevreye karşı sorumluluk vatan sevgisinin ve vatandaşlık şuurunun ifadesidir. Yaşadığı ülkeyi gerçekten seven insan, onu korumak için azami ölçüde gayret ve dikkat gösterir. Yanan her ağaçla birlikte yanar, kırılan her kitabeyle birlikte kırılır, yıkılan her âbideyle birlikte yıkılır. Çünkü atalarımız onlarla birlikte yapılmışlardır. Ne diyordu Hacı Bayram Veli: "Ben dahi bile yapıldım taş ü toprak âresinde."
Aslında, arabasından yediği meyvenin kabuğunu caddeye atan, uluorta tükürüp sümküren, otoyollarda refüjlerin arkasını çöplüğe çeviren, üç kuruş için mezar taşlarını, tarihî âbidelerin çinilerini veya kitabelerini acımasızca söküp satan aşağılık yaratıklarla ormanlarda tarla açmak için yangın çıkaran, sigarasını söndürmeden atan yahut piknik ateşini olduğu gibi bırakarak cehennem olup gidenler arasında hiçbir fark yoktur. Onlar, kanı, kemiği, etiyle bu toprakları vatan yapan ve "taş ü toprak âresinde bile yapılan" insanların torunları olamazlar. Onlar tabiatı âdeta mukaddes bilip bitkilere ve her türlü canlıya saygıyla yaklaşan, yani "Yaradılmışı hoş gör Yaradan'dan ötürü" diyen Yunus'ların dilini unutmuş kara cahillerdir.
Bütün dinlerde ve inanç sistemlerinde tabiat insanı Mutlak Varlık'a götüren bir semboller dünyası, Batınî yorumlarda ise onun bir tezahürü olarak görülür. Ağacından çiçeğine, böceğine, kurdundan kuşuna, taşından toprağına, her şey ondan bir işarettir. Kur'an-ı Kerim'de bu işaretlere âyet denilir ve insanlar sürekli olarak âyetlere bakıp düşünmeye davet edilirler. Bu bakımdan en yüksek seviyedeki canlıdan maddenin en süflisine kadar, tabiattaki her şey saygıya değerdir, incitilmemelidir, tahrip edilmemelidir.
Evet, bilgisizlik, saygısızlık, sorumsuzluk ve dikkatsizlik, bütün bunların sonucunda çevrenin kirlenmesi, şehirlerin yaşanmaz hâle gelmesi ve ormanların yanması, inanıyorum ki, Allah'ın da gücüne gidiyor.
Bunları düşünerek kitabımı yeniden açmıştım ki, birisi tam arkamdaki koltuğa kendini adeta atarak beni yerimden zıplattı. Başımı hafifçe çevirip baktım, iriyarı bir genç... Biraz sonra telefonu tuhaf sesler çıkararak çalmaya başladı. O sırada vapur da hareket etmişti. Çantasındaki telefonu güç bela bulup açtıktan sonra bütün meselelerini -eminim- ara sıra etrafa "Bakın bakın, ben ne kadar önemli adamım!" dercesine bıçkın bakışlar fırlatarak yüksek sesle konuşmaya başlayan genç adam meğerse tekstilciymiş. Şu kadar iplik geldi, bu kadar kumaş sipariş ettiler, şu kadarı defolu çıktı, senetti, sepetti, krediydi, alacaktı, verecekti... Adamın anlatacakları bitecek gibi değildi; denizdeki çöplerin bozduğu sinirlerim iyiden iyiye gerildi. Karşımdakinin telefonu da çalmaya başlayınca kalktım, tekstilcinin sesinin ulaşamayacağı bir köşeye gidip kitabımı yeniden açtım. Açmaz olaydım, tepemde elinde bir torbayla kırklı yaşlarında bir adam bitti; torbasını açtı, küçük plastik bir alet, bir bardak ve irice bir limon çıkarıp "Sayın yolcular!" diye söze başlayarak ezberlediği lafları makine gibi sıralamaya başladı. Limonun suyunu hiç zayi etmeden sıkacak bir âlet satıyormuş. Aletin bir ucunu sapladığı limonu avucunun içinde yoğuruyor ve limon suyu bardağa şırıl şırıl akıyordu.
"Yâ Sabûr!" çekerek kalkıp vapurun diğer tarafına geçtim. Orada da bir kadın kucağında sakat bir çocukla güya kalem satıyordu. Çocuk gerçekten sakat mıydı, bilmiyorum. Aklımı kaçırmak üzereydim. Aşağı indim, vapur Eminönü'nde Üsküdar İskelesi'ne yanaşıncaya kadar derin nefesler alarak kendime gelmeye çalıştım.
Vapurdan çıkarken tekstilci de hemen arkamdaydı ve hâlâ konuşuyordu.
Beşir Ayvazoğlu
Bunların denize bu şehirde yaşayan insanlar tarafından atıldığını düşünerek canım fena halde sıkıldı. Elimdeki kitabı kapatıp denizi, sokakları, caddeleri, otoyolları çöp kutusu yerine kullananların nasıl mahlûklar olduklarını düşünmeye başladım.
Eğitimsizlik mi? Çevreyi kirleten bu insanların yüzde doksan bilmem kaçının en az ilkokul mezunu olduğundan eminim. Ayrıca, bir insan, eğitimsiz olsa bile, biraz akıl, biraz iz'an sahibiyse ve zerre kadar sorumluluk şuuru taşıyorsa, bu şehrin, bu ülkenin, hatta bu dünyanın aynı zamanda kendi evi olduğunu fikredebilir. Dünyayı kirletirken aslında çocuklarının, torunlarının ve bütün gelecek nesillerin, daha da ötesi, bütün canlıların haklarını ihlal ettiğini, bu sorumsuzca hareketle belki de onların bir gün aç kalmalarına yol açacağını düşünmeyen bir insan, insan olamaz.
Bırakın denizleri kirletenleri, tarihî ve tabiî zenginliklerimizi yok eden yangınların çoğu da -eğer kundaklama değilse- söndürülmeyen piknik ateşleri, dikkatsizce atılan sigara izmaritleri gibi, akılsızlıktan, sorumsuzluktan ve açgözlülükten kaynaklanan sebeplerle çıkıyor.
Sorumluluk duygusuna sahip bir insan, her hareketinin muhtemel neticelerini düşünür. Tarihe karşı sorumluluk, tarih şuurunun, çevreye karşı sorumluluk vatan sevgisinin ve vatandaşlık şuurunun ifadesidir. Yaşadığı ülkeyi gerçekten seven insan, onu korumak için azami ölçüde gayret ve dikkat gösterir. Yanan her ağaçla birlikte yanar, kırılan her kitabeyle birlikte kırılır, yıkılan her âbideyle birlikte yıkılır. Çünkü atalarımız onlarla birlikte yapılmışlardır. Ne diyordu Hacı Bayram Veli: "Ben dahi bile yapıldım taş ü toprak âresinde."
Aslında, arabasından yediği meyvenin kabuğunu caddeye atan, uluorta tükürüp sümküren, otoyollarda refüjlerin arkasını çöplüğe çeviren, üç kuruş için mezar taşlarını, tarihî âbidelerin çinilerini veya kitabelerini acımasızca söküp satan aşağılık yaratıklarla ormanlarda tarla açmak için yangın çıkaran, sigarasını söndürmeden atan yahut piknik ateşini olduğu gibi bırakarak cehennem olup gidenler arasında hiçbir fark yoktur. Onlar, kanı, kemiği, etiyle bu toprakları vatan yapan ve "taş ü toprak âresinde bile yapılan" insanların torunları olamazlar. Onlar tabiatı âdeta mukaddes bilip bitkilere ve her türlü canlıya saygıyla yaklaşan, yani "Yaradılmışı hoş gör Yaradan'dan ötürü" diyen Yunus'ların dilini unutmuş kara cahillerdir.
Bütün dinlerde ve inanç sistemlerinde tabiat insanı Mutlak Varlık'a götüren bir semboller dünyası, Batınî yorumlarda ise onun bir tezahürü olarak görülür. Ağacından çiçeğine, böceğine, kurdundan kuşuna, taşından toprağına, her şey ondan bir işarettir. Kur'an-ı Kerim'de bu işaretlere âyet denilir ve insanlar sürekli olarak âyetlere bakıp düşünmeye davet edilirler. Bu bakımdan en yüksek seviyedeki canlıdan maddenin en süflisine kadar, tabiattaki her şey saygıya değerdir, incitilmemelidir, tahrip edilmemelidir.
Evet, bilgisizlik, saygısızlık, sorumsuzluk ve dikkatsizlik, bütün bunların sonucunda çevrenin kirlenmesi, şehirlerin yaşanmaz hâle gelmesi ve ormanların yanması, inanıyorum ki, Allah'ın da gücüne gidiyor.
Bunları düşünerek kitabımı yeniden açmıştım ki, birisi tam arkamdaki koltuğa kendini adeta atarak beni yerimden zıplattı. Başımı hafifçe çevirip baktım, iriyarı bir genç... Biraz sonra telefonu tuhaf sesler çıkararak çalmaya başladı. O sırada vapur da hareket etmişti. Çantasındaki telefonu güç bela bulup açtıktan sonra bütün meselelerini -eminim- ara sıra etrafa "Bakın bakın, ben ne kadar önemli adamım!" dercesine bıçkın bakışlar fırlatarak yüksek sesle konuşmaya başlayan genç adam meğerse tekstilciymiş. Şu kadar iplik geldi, bu kadar kumaş sipariş ettiler, şu kadarı defolu çıktı, senetti, sepetti, krediydi, alacaktı, verecekti... Adamın anlatacakları bitecek gibi değildi; denizdeki çöplerin bozduğu sinirlerim iyiden iyiye gerildi. Karşımdakinin telefonu da çalmaya başlayınca kalktım, tekstilcinin sesinin ulaşamayacağı bir köşeye gidip kitabımı yeniden açtım. Açmaz olaydım, tepemde elinde bir torbayla kırklı yaşlarında bir adam bitti; torbasını açtı, küçük plastik bir alet, bir bardak ve irice bir limon çıkarıp "Sayın yolcular!" diye söze başlayarak ezberlediği lafları makine gibi sıralamaya başladı. Limonun suyunu hiç zayi etmeden sıkacak bir âlet satıyormuş. Aletin bir ucunu sapladığı limonu avucunun içinde yoğuruyor ve limon suyu bardağa şırıl şırıl akıyordu.
"Yâ Sabûr!" çekerek kalkıp vapurun diğer tarafına geçtim. Orada da bir kadın kucağında sakat bir çocukla güya kalem satıyordu. Çocuk gerçekten sakat mıydı, bilmiyorum. Aklımı kaçırmak üzereydim. Aşağı indim, vapur Eminönü'nde Üsküdar İskelesi'ne yanaşıncaya kadar derin nefesler alarak kendime gelmeye çalıştım.
Vapurdan çıkarken tekstilci de hemen arkamdaydı ve hâlâ konuşuyordu.
Beşir Ayvazoğlu
29 Haziran 2012 Cuma
Fıkra
Adamın biri bir gün bahçesinde otururken boktan top yapan bir bok böceğini görmüş,
böcek pisliği ayakları ile yuvarlayarak giderken içinden şöyle geçirmiş:
Ey Allahım ! her şeyi çok güzel çok hoş yaratmışsın da, şu böceği sırf pislikle uğraşsın diye mi yarattın ?
Aradan bir kaç ay geçmiş adam umarsız bir hastalığa yakalanmış.
Derdine kimseler çare bulamamış.
En sonunda bilge bir doktor ;
Bak demiş bazen bahçelerde gezen bir böcek olur ayakları ile pislik yuvarlar işte o yuvarladığı pisliklerden 40 gün boyunca aralıksız yiyeceksin , demiş.
Adam köfteyi çakmış ve 40 gün boyunca o pislikleri yemiş ve iyileşmiş.
Aradan yıllar geçmiş aynı adam gemiye binmiş ve denizin ortasında çok büyük fırtınaya yakalanmışlar.
Herkes bağırıp, çağırıp, ağlaşırken bu adam bacak bacak üstüne atıp sakince çayını yudumluyomuş.
En sonunda birileri dayanamamış sormuş.
Biz yana yakıla dua edip bağırıp çağırıyoruz sendeki bu ne rahatlık ne be adam ,
Adam şöyle cevap vermiş,
KURBAN OLDUĞUMUN BİR KERE İŞİNE KARIŞTIM BANA KIRK GÜN BOK YEDİRDİ :))
12 Haziran 2012 Salı
Kırık TESTİ
Anadolu’da küçük bir
yerleşim bölgesinde bir adam, her gün
boynuna dayadığı kalın sopanın iki ucuna asılı testilerle dereden
su taşırmış evine..
Bu testilerden birinin yan
kısmında çatlak varmış.. Diğeri ise hiç kusursuz ve çatlaksızmış ve her
seferinde bu kusursuz testi adamın doldurduğu suyun tümünü taşır, ulaştırırmış
eve.. Ama her zaman boynunda taşıdığı testilerden çatlak olanı eve yarı
dolu olarak varırmış.
İki sene her gün bu şekilde
geçmiş. Adam her iki testiyi suyla doldurmuş ama evine vardığında sadece
1,5 testi su kalırmış...
Tabi ki kusursuz, çatlaksız
testi vazifesini mükemmel yaptığı için çok gururlanıyormuş... Fakat
zavallı çatlağı olan kusurlu testi, çok utanıyormuş. Doldurulan suyun sadece
yarısını eve ulaştırabildiği için de çok üzülüyormuş..
İki yılın sonunda bir gün,
görevini yapamadığını düşünen çatlak testi, ırmak kenarında adama şöyle demiş:
"Kendimden utanıyorum. Şu yanımdaki çatlak nedeniyle, sular eve gidene
kadar akıp gidiyor.."
Adam gülümseyerek dönmüş
testiye; "Göremedin mi?
Yolun senin tarafında olan
kısmı çiçeklerle dolu. Fakat kusursuz testinin tarafında hiç yok. Çünkü ben
başından beri senin kusurunu, çatlağını biliyordum..
Senin tarafına çiçek
tohumları ektim. Ve her gün o yolda ben su taşırken, sen onları suladın.. 2
senedir o güzel çiçekleri toplayıp,masamı süslüyorum. Sen kusursuz
olsaydın, o çatlağın olmasaydı, evime böyle güzellik ve zarafet
veremeyecektim" diye cevap vermiş..
Hikayeden alacağımız
ders:Her birimizin kendine has
kusurları vardır. Hepimiz birer çatlak testiyiz.. Fakat sahip olduğumuz bu
kusurlar ve çatlaklardır.Hayatlarımızı ilginç yapan, mükafatlandıran,
renklendiren..Etrafınızdaki her kişiyi,oldukları gibi
kabullenin..
Dışlarındaki kusurları değil,
içlerindeki güzellikleri görün.......
14 Nisan 2012 Cumartesi
İlk Pul; kim tarafından,ne zaman,nerede basıldı?
Mektubun ücretini alıcı tarafından ödeniyordu
Avrupa'da, Ortaçağ'dan beri, yolların güvenli olmaması yüzünden, mektubun taşıma ücreti alıcı tarafından ödeniyordu. Bu da çoğu zaman ilginç ve altından kalkılmaz durumlara yol açıyordu.
1840 yılında Londra'daki İngiliz Posta idaresi'nin sonradan yöneticisi olan Sir Rowland Hill, ilginç bir olaya tanık olmuştu. İskoçya’ya yaptığı bir yolculuk sırasında, genç bir kızın taşıma ücretini ödeyemediği için nişanlısından gelen mektubu postacıya geri verdiğini gördü.
Bunun üzerine ücreti kendisi ödedi. Genç kız ona teşekkür etti ve bu paraya gerek olmadığını söyledi. Çünkü, zarfın üzerindeki adreste bir düzenleme yaparak, nişanlısından gelen mektubu para ödemeden de alabileceğini belirtti.
Rowland Hill’in etiket önerisi
Bu olaya tanık olan Hill, mektup yollanırken, para ödenmesini zorunlu kılacak bir yöntem geliştirilmesi gerektiğini düşündü.
Taşıma ücretinin, zarfın üstüne yapıştırılan küçük bir etiket bedeli olarak, mektubu gönderen tarafından ödenmesi ilkesini önerdi. Bu yöntem İngiliz Hükümeti tarafından kabul edildi. Kraliçe Victoria'nın resmini taşıyan ilk posta pulu 158 bin adet basıldı ve 6 Mayıs 1840 tarihinde satışa sunuldu.
Türkiye'de ise ilk posta pulu
Bir süre Postahane-i Amire Nazırlığı yapan, gazeteci Ağah Efendi tarafından 1862 yılında bastırıldı. Dikdörtgen biçiminde ve dantelsiz olan bu pulun üstünde, dönemin padişahı Abdülaziz'in tuğrası ve bir ay içinde, "Devlet-i Aliye-i Osmaniye" yazısı bulunuyordu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)