20 Eylül 2012 Perşembe

"Yâ Sabûr!"




           Önceki gün Üsküdar'dan Şehir Hatları vapuruna bindim, kendime pencere kenarında güzel bir köşe bulup oturdum ve bitirmek üzere olduğum kitabı açtım. Hareket saatine daha on dakika vardı; on beş dakika da yol...
           Yirmi beş dakika okuyabilirdim. Fakat birden gözüm suyun üzerinde yüzen nesnelere takıldı. Plastik poşetler, şişeler, boş sigara paketleri, gazete kâğıtları, ekmek parçaları, ne olduklarını anlayamadığım daha bir yığın çöp...
          Bunların denize bu şehirde yaşayan insanlar tarafından atıldığını düşünerek canım fena halde sıkıldı. Elimdeki kitabı kapatıp denizi, sokakları, caddeleri, otoyolları çöp kutusu yerine kullananların nasıl mahlûklar olduklarını düşünmeye başladım.
          Eğitimsizlik mi? Çevreyi kirleten bu insanların yüzde doksan bilmem kaçının en az ilkokul mezunu olduğundan eminim. Ayrıca, bir insan, eğitimsiz olsa bile, biraz akıl, biraz iz'an sahibiyse ve zerre kadar sorumluluk şuuru taşıyorsa, bu şehrin, bu ülkenin, hatta bu dünyanın aynı zamanda kendi evi olduğunu fikredebilir. Dünyayı kirletirken aslında çocuklarının, torunlarının ve bütün gelecek nesillerin, daha da ötesi, bütün canlıların haklarını ihlal ettiğini, bu sorumsuzca hareketle belki de onların bir gün aç kalmalarına yol açacağını düşünmeyen bir insan, insan olamaz.
          Bırakın denizleri kirletenleri, tarihî ve tabiî zenginliklerimizi yok eden yangınların çoğu da -eğer kundaklama değilse- söndürülmeyen piknik ateşleri, dikkatsiz­ce atılan sigara izmaritleri gibi, akılsızlıktan, sorumsuzluktan ve açgözlülükten kaynaklanan sebep­lerle çıkıyor.
Sorumluluk duygusuna sahip bir insan, her hareketinin muhtemel neticelerini düşünür. Tarihe karşı sorumluluk, tarih şuurunun, çevreye karşı sorum­luluk vatan sevgisinin ve vatandaşlık şuurunun ifadesidir. Yaşadığı ülkeyi gerçekten seven insan, onu korumak için azami ölçüde gayret ve dikkat gösterir. Yanan her ağaçla birlikte yanar, kırılan her kitabeyle birlik­te kırılır, yıkılan her âbideyle birlikte yıkılır. Çünkü atalarımız on­larla birlikte yapılmışlardır. Ne diyordu Hacı Bayram Veli: "Ben dahi bile yapıldım taş ü toprak âresinde."
          Aslında, arabasından yediği meyvenin kabuğunu caddeye atan, uluorta tükürüp sümküren, otoyollarda refüjlerin arkasını çöplüğe çeviren, üç kuruş için mezar taşlarını, tarihî âbidelerin çinilerini ve­ya kitabelerini acımasızca söküp satan aşağılık yaratıklarla ormanlarda tarla açmak için yangın çıkaran, sigarasını söndürmeden atan yahut piknik ateşini olduğu gibi bırakarak cehennem olup gidenler arasında hiçbir fark yoktur. Onlar, kanı, kemiği, etiyle bu toprakları vatan yapan ve "taş ü toprak âresinde bile yapılan" insanların to­runları olamazlar. Onlar tabiatı âdeta mukaddes bilip bitkilere ve her türlü canlıya saygıyla yaklaşan, yani "Yaradılmışı hoş gör Yaradan'dan ötürü" diyen Yunus'ların dilini unutmuş kara cahillerdir.
         Bütün dinlerde ve inanç sistemlerinde tabiat insanı Mutlak Varlık'a götü­ren bir semboller dünyası, Batınî yorumlarda ise onun bir tezahürü olarak görülür. Ağacından çiçeğine, böceğine, kur­dundan kuşuna, taşından toprağına, her şey ondan bir işarettir. Kur'an-ı Kerim'de bu işaretlere âyet denilir ve insanlar sürekli ola­rak âyetlere bakıp düşünmeye davet edilirler. Bu bakımdan en yüksek seviyedeki canlıdan maddenin en süflisine kadar, tabiattaki her şey saygıya değerdir, incitilmemelidir, tahrip edilmemelidir.
         Evet, bilgisizlik, saygısızlık, sorumsuzluk ve dikkatsizlik, bütün bunların sonucunda çevrenin kirlenmesi, şehirlerin yaşanmaz hâle gelmesi ve ormanların yanması, inanıyorum ki, Allah'ın da gücüne gidiyor.
         Bunları düşünerek kitabımı yeniden açmıştım ki, birisi tam arkamdaki koltuğa kendini adeta atarak beni yerimden zıplattı. Başımı hafifçe çevirip baktım, iriyarı bir genç... Biraz sonra telefonu tuhaf sesler çıkararak çalmaya başladı. O sırada vapur da hareket etmişti. Çantasındaki telefonu güç bela bulup açtıktan sonra bütün meselelerini -eminim- ara sıra etrafa "Bakın bakın, ben ne kadar önemli adamım!" dercesine bıçkın bakışlar fırlatarak yüksek sesle konuşmaya başlayan genç adam meğerse tekstilciymiş. Şu kadar iplik geldi, bu kadar kumaş sipariş ettiler, şu kadarı defolu çıktı, senetti, sepetti, krediydi, alacaktı, verecekti... Adamın anlatacakları bitecek gibi değildi; denizdeki çöplerin bozduğu sinirlerim iyiden iyiye gerildi. Karşımdakinin telefonu da çalmaya başlayınca kalktım, tekstilcinin sesinin ulaşamayacağı bir köşeye gidip kitabımı yeniden açtım. Açmaz olaydım, tepemde elinde bir torbayla kırklı yaşlarında bir adam bitti; torbasını açtı, küçük plastik bir alet, bir bardak ve irice bir limon çıkarıp "Sayın yolcular!" diye söze başlayarak ezberlediği lafları makine gibi sıralamaya başladı. Limonun suyunu hiç zayi etmeden sıkacak bir âlet satıyormuş. Aletin bir ucunu sapladığı limonu avucunun içinde yoğuruyor ve limon suyu bardağa şırıl şırıl akıyordu.
        "Yâ Sabûr!" çekerek kalkıp vapurun diğer tarafına geçtim. Orada da bir kadın kucağında sakat bir çocukla güya kalem satıyordu. Çocuk gerçekten sakat mıydı, bilmiyorum. Aklımı kaçırmak üzereydim. Aşağı indim, vapur Eminönü'nde Üsküdar İskelesi'ne yanaşıncaya kadar derin nefesler alarak kendime gelmeye çalıştım.
Vapurdan çıkarken tekstilci de hemen arkamdaydı ve hâlâ konuşuyordu.

                                                                                                                      Beşir Ayvazoğlu

Hiç yorum yok: